Tehlikeli Oyunlarda Kötülük Sorunu

Tehlikeli Oyunlar’ı yazdığı sıralarda, Oğuz Atay birçok olumsuzluğu peşi sıra yaşar.  Sevdiği kadın onu terk eder, ilk romanı  ‘Tutunamayanlar’ edebiyat çevrelerinde iyi karşılanmaz, siyasi görüşleri yüzünden çalıştığı kurumun yöneticileriyle başı derde girer. Kurduğu şirketin iflasıyla para sıkıntısına düşer. Bu şanssızlıklar Atay’ı iç hesaplaşmaya iter. Beyoğlu’ndaki dairesine kapanarak kendisini yazıya verir. Tekrar günlük tutmaya başlar. 6 Ağustos 1970 tarihinde günlüğüne şunları yazar;

 “Şimdi sürekli olumsuz bir tip düşünüyorum. Küçük hesapların olumsuzluğunu. Kimsenin okumadığı kitapları okuyan, kötü yaşayan bir adam…İsimleri bulalım. Adamın adı: Hikmet, kadının adı: Sevgi. Hikmet, kendinde kötü gördüğü –ve engel olamadığı- her özelliği açıkça belli ediyor. Aşağılık bir adam. Self-conscious olmalı. Hem de nasıl!” [1]

    

    Oğuz Atay’ın o sıralarda son okuduğu kitap, Psikanalist Eric Berne’ün ‘Hayat denilen Oyun’ adlı kitabıdır. “Eric Berne’e göre insanlar birbirleriyle olan ilişkilerinde davranış kalıpları kullanmaktadır. Bu davranış kalıplarını ‘oyun’ olarak tanımlayan Berne, oyunları oluşturdukları ortamlara/durumlara göre şablonlara dökerek kategorize eder; yaşam oyunları, evlilik oyunları, sosyal toplantı oyunları, cinsel oyunlar, yer altı dünyası oyunları… İnsanın gerçek benliğinin dışına çıkarak oynadığı bu oyunlar, karşısındakini aldatmayı öngören bir dizi tavırlardır ve her oyunun dürüst olmayan bir yapısı vardır. Bu nedenle kötü oyunlardır bunlar.” Berne’e göre özgürlük, “kalıp oyunlar oynama zorunluluğundan, öğretilen duygular tutsaklığından kurtulmak” demektir.[2]  

 

      Tehlikeli Oyunlar’ın kahramanı Hikmet Benol suçlu olduğu düşüncesinden bir türlü kurtulamamaktadır. Suçlu olduğu için başına ‘iğrenç’ şeyler gelmektedir, kendisini ‘yüzü duvara dönük cezalı bir öğrenci’ gibi hissetmektedir. Küçük burjuva bir aydın olan Hikmet’in suçu ne olabilir, Oğuz Atay’ın günlüğünde buna dair şöyle yazar, “Batı’ya olduğu kadar Doğu’ya da kapalı olan Orta Doğu’da, Kafka’nın yer altındaki hayvanı gibi bilinmeyen bir düşmanı korkuyla bekleyen, taklitçi, kapalı sistem yaratıklarının topraklarında bağışlanmayan tek suçu oyunlara karşı gelerek gerçeği aramaktır.”[3]

      

     Hikmet sahiden gerçeği mi aramaktadır? Başlangıçta dürüst bir izlenim verir. Toplumsal normlarla, Berne’ün sözünü ettiği davranış kalıplarıyla derdi var gibi görünür. Toplumsal kimliğini reddederek bir gecekonduda inzivaya çekilir. Bu mekân değişikliği aynı zamanda Hikmet’in Freudcu düşüncede dış gerçeklikle içsellik arasındaki rasyonel bir kontrol mekanizması olan egosundan, dış gerçekliği dışlayarak kurtulma isteğini de yansıtır gibidir. Hastalığın nedeni oyunlar üzerine kurulu, yabancılaşmış bir toplumda kültür alanının bilinçdışının bastırılmasına dayalı olmasıdır. Hasta Hikmet, sanki bilinçdışında saklı olduğunu varsaydığı, toplumsal taleplerin bastırdığı bir gerçekliğe ulaşmak istercesine gecekonduya kapanır, bastırılmış olanı oyunlar yazarak yüceltme uğraşına girer.  

    

     Alain Badiou, hakikat öznesinin, insan eyleminin ‘sıradan alan’ının, “yerleşik çıkar ve farkların pekiştirilmiş kimlikleri adlandırmaya, tanımaya ve bir yere oturtmaya yarayan onaylanmış bilgilerin bulunduğu”[4] düzenin dışında konumlandığını söyler. Küçük hesapların peşinden koşanların davranışını meşrulaştıran başarı olgusundan yoksun olan, ‘başarısızlığın yarattığı öfke yüzünden hayallerinin düzeni bozulan’ Hikmet’in, oyunlarda başarılı olanların, kendilerini oyuna getirmeyenlerin dünyasına tavır alarak bir gecekonduya yerleşmiş olması sahiden sıradan alanın dışında konumlandığını mı gösterir? Roman boyunca Hikmet’in nesnel düşünceyle tek bağı gibi duran Hüsamettin Albay’ın yaşadığı yerin aslında bir gecekondu değil de elektriği, suyu olan, iki katlı, ahşap bir ev olduğunu söyleyerek Hikmet’i azarlayan bir tonda uyarması, Hikmet’in peşine düştüğü ya da düşermiş gibi yaptığı hakikat karşısındaki tutarsızlığının en açık yansımasıdır.

   

    Tutunamayanlar’dan yola çıkarak Türk aydınını sorgulayan Tatjana Seyppel, öncelikle entelektüel sorunsalını merkez ile çevre, metropol ile taşra arasındaki ikiliğe dayalı olarak ele alan Shils’in düşünceleri üzerinde durur. Shils’e göre, metropol ve taşra kavramları görelidir. Bir kent, bir ülkede entelektüel metropolken bu kent başka bir ülkenin taşrası olabilir. Bu durumda, böyle bir ülkenin aydını “görüş ufkunu eğitimle, deneyimle genişleten ve ‘kendi’ metropolünü kendisine hedef alan taşralı, gibi davranır. Yaşamaya zorunlu olduğu taşrayı ilkel, hayal gücünden uzak, köylü yontulmamış, kaba, önemsiz ve dar bulur. Merkeze mümkün olduğu kadar uyum sağlayarak aşılmaya çalışılan bir aşağılık duygusu oluşur.”[5] Hikmet ‘kötü oyuncular’ diye nitelendirdiği Türk aydınının aksine merkeze uzak durarak tavır alıyormuş gibi görünse de, Albay’ın sürekli yaşadığı yerin bir gecekondu olmadığını vurgulaması onun merkezin gücünden sıyrılamadığını gösterir.  

      

      ‘Oradan buradan bir şeyler makaslayarak eserler verip ansiklopedilere geçen’, ‘toplumcu geçinip aslında ünlü olmak peşinde olan’, insan taklidi bir aydın olmak istemeyen Hikmet, oyunların dünyasına tepkilidir. Fakat aslında oyunların iktidar çerçevesinde yapılanmış sıradan alanından bir türlü sıyrılamaz. O yalnızca  ‘kendine ait gizli bir kötülüğü, can sıkıcı bir küçüklüğü’ fark etmiş ve hayata yüzünü buruşturduğuyla kalmış bir adamdır. ‘Mış gibi yapmaktan usandım’ der ama kendine ‘mış gibi’ yapmanın ötesinde bir varoluş olasılığı tanımaz. Gerçeği  ‘başkalarının bize uygulamak istediği tatsız bir ölçü’ olarak nitelendirir ama bu ölçüden bağımsız bir bilinç geliştiremez. “Aklımız en büyük hazinemizdir”, der Hikmet alayla, “Onu korursak tüm oyunları oynayabiliriz.” Bir yandan da,  onu oyunlara ya da başka bir deyişle kendini savunmaya sürükleyen bu akıldan kurtulmak ister.  Ne var ki,  yaralı aklı ‘henüz gidecek başka bir ülke bulamadığı için’ ona geri döner. [6]

     

     Hüsamettin Albay, Hikmet’e “Sen bu bilinçaltı dediğin şeyi açığa çıkarabilecek misin bakalım kendinde?” diye sorduğunda Hikmet, “Zaten bilinçaltımda pek bir şey kalmadı albayım,” cevabını verir, “Ne var ne yoksa hepsini tükettim.”[7] Buna rağmen, eksikliğini duyumsadığı gerçeğe hala ulaşamamıştır, ulaşması olası değildir, toplum bilinçaltını da gasp etmiştir. Bu aynı zamanda egonun kaçınılmaz çelişkisini yansıtır. Adorno’nun deyişiyle, ego bilinci karşılık geldiği sürece bastırmanın zıttı olmak zorundadır, ama aynı zamanda kendi bilinçdışı olduğu sürece bastırma unsuru olmak zorundadır. [8] Hikmet’in bilinçdışına karşılık gelen egosu bastırmaya neden olur, o bir anlamda tüm savunma mekanizmalarını yıkarak, oyunları dağıtarak aslında yeni bir oyun kurar kendine. Onun oyunu oyunbozanlıktır.   

  

     Oyunbozanlık bir oyuna dönüştüğünde oyunbozanlık olamaz. Hikmet oyunbozanlığı taklit etmektedir. Kendi yetersizliği yüzünden etrafındakilere hınç duyar, ‘herkesin burnundan getirmek’ için yaşamak istediğini söyler. İktidarsız bir hınçtır onunki. Hikmet, sırf kendisi hakkında iyi düşünebilmek için diğerlerini kötülemektedir.  Aslında diğerlerinden bir farkı olmadığının farkındadır, o da etrafındaki herkes gibi oyuna dâhil olmak istemektedir. Aslında Hikmet’in hoşnutsuzluğu oyunlardan değil, kendi rolünden kaynaklanır. Daha iyi bir rol istemektedir kendine.  “Here I come ulan,” demek için İngilizce öğrenmek ister. “Ben varım işte,” diye bağırır, “ Here I come…”[9] Saldırganlığı, Hikmet’in toplum karşısında hissettiği yenilgidir. Oğuz Atay günlüğünde onu ‘herkesin saldırdığı ve saldırmakta haklı olduğu bir adam’ olarak tanımlar.  Hikmet aynı zamanda kendisine saldıranları ‘bir bakıma haklı gören’, ya da mevcut düzeni aklıyla meşrulaştıran ve aslında toplumsal normları nasıl içselleştirdiğini ortaya seren bir adamdır.

  

      Alain Badiou tahakküm içinde yapılanan, ‘aslında iktidar sahibi bazı kimselerin yararına hizmet eden egemen kanaatlerin oluşturduğu’ [10] insan eyleminin sıradan alanının karşısına onunla örtüşen ama aynı zamanda ondan keskin bir biçimde ayrılan, ‘istisnai alan’ı koyar. İstisnai alan hakikatlerin alanıdır. Hakikat öznesinin oluşumu insanın başına kemikleşmiş bilgilerinde delik açan bir şeyin gelmesiyle, ‘normal’ bir hayat sürmek için bastırdığı şeyle onu karşılaştıran travmatik ve indirgenemez bir deneyimle başlar. Hakikatler etiği insan karşılaştığı şeyin izini sürdüğü sürece devam eder. Platonik düşüncede gerçeğin yokluğu, iyinin bilinmeyişi olarak ortaya koyulan kötülük kavramına ters olarak Badiou hakikatin bilgilerle ayrı cinsten olduğunu, bilgilerde bir delik açan, ama aynı zamanda yeni bilgilerin tek kaynağı olduğunu söyler. Kötülük ise kaba çıkarını gözeten insan hayvanın değil öznenin sorunudur.  “Kötü varsa hakikatler var olduğu için ve bu hakikatlerin özneleri olduğu ölçüde vardır.” [11]

 

      Bir hakikat sürecinden ya da bir iyiden ortaya çıkan kötülük, Badiou’nun taslağında iyiden sapma, başka bir deyişle hakikat sürecinin ihlalleri olarak gelişir. Bu ihlallerden biri hakikatin taklit edilmesidir. Hikmet ‘kimsenin okumadığı kitapları okuyan’ bir adamdır. “Sembolik yapıyoruz albayım,” der, “Ben Hamlet’in elbisesini giydim.(Depoda başka elbise kalmamıştı.)”[12] Hikmet‘in ‘ var olmak mı yok olmak mı’ diye soran Hamlet’in bir taklidi olduğunu dile getirmesi, bir bakıma dile getirdiği anda Hamlet’in taklidine dönüşmesi Hamlet’in sorusundaki karşıtlığı gerçeğin ya da tarihin dışına çıkararak karar verilemez kılan hayaleti de bir taklit kılar. Derrida’nın belirttiği gibi, hayalilik alanı ya da Hamlet’in babasının hayaletine tepki vermesiyle oluşan durum, mevcut olan etkinlilik ya da gerçeklik ve düzenleyici olan idealliği ayıran ya da karşı karşıya koyan mantığı aşar. [13] Ancak Hikmet bu hayalilik alanını kurmacaya indirgeyerek aslında mantığı olumlar. Aynı zamanda, benliğini bir ‘alıntı’ olarak kurguluyor olduğunun bilincinde olma hali onu bir ‘trans alıntıya’ dönüştürür, “trans alıntı bir suça işaret eder ve özür dilemeyi içerir. Kendi alıntılanmışlığını itiraf ederek, aynı zamanda mutlaklığını ve tekilliğini de vurgulamak ister.” [14]



    Aslında trajik olan, Hikmet’in tekilliğini alıntılanmışlık üzerinden kuruyor olmasıdır. ‘Kimsenin okumadığı kitapları okuyan’ Hikmet’in bir roman kahramanına dönüşme arzusudur. 

  “Kendi yeraltında kinini içine akıta akıta yaşayan yaşamdan tiksinen ve onu kitaptan öğrenmeyi tercih eden Yer altı Adamı’nı alçaltan, erken yaşta örselenmişliğinin getirdiği gurur ve onu sarhoş eden hınç kadar, insan varoluşunun hayattan azami çıkar elde etmek üzerine kurulu hesaplanabilir bir çaba olduğu yolundaki yararcı görüşe, insanın sonunda aklın buyruğundaki soylu biri olacağı yolundaki ilerlemeci anlayışa duyduğu tepkidir… Onu sıradan değil de özgün kılan şeydir lanet yağdırmak. …Sıradanlığa lanet yağdıran, sağduyuya meydan okuyan, genel geçer yasaları ihlal eden alçak, kitaptan kapma fikir, arzu ve özlemleriyle sonunda kendi gecikmişliğine, kendi devralınmışlığına, kendi sıradanlığına hapsoluyordur.”[15]



   Nurdan Gürbilek, Türk edebiyatçılarının dıştan gelen bir tehlikeyi anlatmakta gösterdiği ustalığı sıra içteki tehlikeleri anlatmaya gelince gösteremediğini, içsel anlatımlarda ‘bir aşılmazlık, bir sunilik, en azından bir ‘kalıp’ üslubunun devreye girdiğini söyler.[16] Bu nedenle, Türk kültüründe sahici bir ‘demonik’ aydın, Türk edebiyatında taklit olmayan bir demonik kahraman aramak boşunadır, der. Oysa Badiou’nun düşüncelerinin izinde, asıl ‘demonik’ olan taklit etmenin kendisidir. Hikmet, taklit ettiği için kötüdür, taklit ettiği için yarım kalmıştır. Bu nedenle, düşlerinde ‘yarım kalmış insanlar sahaya çıkıyor, bir gol yarım gol sayılıyordur. Sonuçlar hep kesirli çıkıyordur, onun biraz içi bunalıyordur.’[17]  

   

    Travmatik olay, Batı’yla karşı karşıya gelmek ve bu karşılaşmadan doğan, modernliğin aşkınlaştırdığı tarihe geç kalınmışlık hissi olarak anlaşıldığında, Doğu insanının bilinmezlik içindeki hakikat sürecini baltalayan ve teröre dönüşen Batı’yı taklittir. Kendini Batılının aynasından izleme saplantısından, onun aklının ölçütleriyle değerlendirmekten kurtulamamasıdır. Trajik olan, varoluş acısından söz eden Hikmet’in, “henüz Birleşmiş Milletler bile tanımadı bu ıstırabı,” demesidir, “Amerika da Rusya da karşı çıktı, onlar karşı çıkınca olmuyor, biliyorsun.”[18]

 

     Doğulu insan, dışında olduğu ve geç kaldığı bir modernlik sürecini nesnel olarak algılaması mümkün olmadığından, modernliği geleneklerin şekillendirdiği düşünüş ve yaşayış tarzında yarattığı sarsıntılar doğrultusunda değerlendirmenin ötesine geçemez. Taklit ise kimlik kaybının, sarsıntılar sonucu modern sonrası bir hale bürünen geleneklerin kaçınılmazıdır. Deli taklidi yapan Hikmet, isyankâr bir tavırla, “Daha neler yapacağız, göreceksiniz, 1789 İhtilalını yeniden yapacağız,” derken, Batı’yı  yüceltiyordur. Dışında kaldığı tarihi öldürmüyor, onu hayali de olsa baştan kuruyordur. John Frows’un dediği gibi yalancı bütünlüğü içinde yalancı bir tarih üretiyordur. Telafisi imkânsız olan hayali bir kaybı vurgularcasına, “Acelemiz var doktor,” der Hikmet, “Yaşanmamış bütün olayları, yeniden sahneye koymak gibi tarihsel bir görevimiz var..” [19]



      ‘Kant olmadım,’ diye alaycı bir tonda yakınan Hikmet, aslında sahiden Kant olamamanın acısı içersindedir. Kant’ın evrensel olarak geçerli,  çıkardan bağımsız Yüce’sine ulaşamadım çünkü şeylerin yüce olduğuna hükmedecek analitik süreç doğal bir koşul değil kültürel bir veridir maalesef, demek istiyordur. Her ne kadar, güzel kızlara anlayamasalar da ‘müthiş bir sükse’ yaratmak için Kant okumalarını tavsiye etse de, bunu söyleyerek alttan alta taklitçi aydınları eleştiriyor olsa da, kendisinin de Kant’ı anlayamadığını açıkça beyan ediyor olması kültürel farklılık sebebiyle taklidin kaçınılmazlığının farkında olduğunu gösterir.



      Daryush Shayegan geleneksel toplumlarda kültürel şizofreniyi irdeleyen ‘Yaralı Bilinç’ adlı kitabında bu kaçınılmazlığa değinir. Shayegan’a göre, Batı’dan alınmış fikirler toplumsal gerçekliklerde hiçbir karşılık bulamadığı zamanlarda ‘maskelere’  ve hatta ‘ideolojilere’ dönüşürler. “Fikirler hem özneyi hem de öznenin gerçeğe bakışını gizleyen ekranlar olacaklardır. Bundan ötürü de fikir ile davranış arasında bir ayrılma olacaktır.” [20] Bu parçalanışın sonucu olarak Shayegan’ın deyişiyle ‘yamalama’ gerçekleşir. 

“Yamalama, çoğu zaman bilinçsiz bir işlemdir; birbirini tutmayan iki dünyayı bir bilginin tutarlı bütünlüğü içinde özdeşleştirmek için, bu dünyaların birbirine bağlanmasıdır. Yamalama, olgularda hiçbir karşılığı olmayan fikirleri toplumsal gerçeklerle çatıştırmaktan ibarettir. Yamalama, gerçekliği içi boş bir söyleme indirger bu bakıma, bu söylemin modern ya da arkaik olması önemli değildir. Ama bu indirgeme sorgulamasız, mesafe bırakılmadan ve eleştirisiz yapılır. Yamalama, iki karşıt yönde olabilir, ama sonuçlar hemen hemen aynıdır. Ya eski bir içerik üzerine yeni(modern) bir söylemi yamalar, ya da yeni bir zemin üzerine eski(geleneksel) bir söylem oturtur. İlk durumda, modernliğin Batı’yla ilişkili olmasından ötürü Batılılaşma ile karşı karşıyayızdır, ikinci durumda ise İslamileşmeyle… Bu iki işlem karşıt gibi görünür, fakat çözüldükleri noktada birbirlerine benzerler, ikisi de aynı olguya yol açarlar; Çarpıklık.” [21]



    Bunun nedenlerinden biri de, Doğu ve Batı arasındaki ilişkinin öteden beri kültürel emperyalizm üzerinde yapılandırılmış olması ve dolayısıyla kültürel diyalogun eksikliğidir. Hikmet “ben monolog yanayım,” derken bu iletimsizliği vurgular. Lyotard’a göre “ancak kültürel diyalog sayesinde belirli bir Aydınlanma fikri, kültürel emperyalizm biçimlerine kolayca dönüştürülen evrensel bir retorik kisvesi altında kendisinin kültüre özgü normlarını dayatmayı sürdürmekten alıkonabilir.” [22]



     Tatjana Seyppel, Oğuz Atay’ın, kültürel iletişim noksanlığından kaynaklanan bu taklit çıkmazının bilincine vararak, ‘ülkenin sağlıksız koşullarını entelektüeller üzerinde bulgulayarak’ bu sorunsalı romanlarının biçimine taşıdığını söyler. Oğuz Atay’ın romanlarındaki insana kapatılmışlık hissi veren dil oyunları, Batı odaklı dünya görüşünün içinde kilitli kalmış Türk aydınına yöneltilmiş eleştiridir. Bu kapatılmışlık hissinin nedeni olarak bazen açık bazen örtülü yapılan taklit verilir. Seyppel’e göre, Tutunamayanlar romanında Nabokov’un Solgun Ateş adlı romanı ayrıntılarına varıncaya kadar, hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde taklit edilmektedir.

“Burada söz konusu olan, asla naif, hayranlığa dayalı bir taklit değil, yazar aldığı biçimi yeni bir içerikle dolduruyor. Taklidi keşfetmek okuyucuya kalıyor. Ancak romanda Nabokov’un ismi geçmediği ve Pale Fire Türkçe’ye çevrilmediği için okuyucu üzerinde bu keşfin yaratması beklenen etki de söz konusu olmuyor.”[23]
     Hikmet, doğal olmadıkları halde doğallaştırılan, evrensel bireyin oluşumuna engel olan toplumsal çarpıklıkların maskelerini indirmeyi, yamaları bozmayı ister. Bunu aşmanın yolu ‘Ben olmak’tır. Ancak, romanın biçimi gibi Hikmet’in aklı da Batıcılığın hükmü altındadır. Batı’nın Kartezyen öznesi, egemenliği akla dayanan bu bütünleşmiş özne miti, düşünürken var olurken, Doğulu Hikmet düşünürken düşüyordur. Bu sebepten Hikmet ben olamaz, sayısız Hikmet’e bölünür ve yok olur. Bu ülkede eksikliğini duyduğu ‘insanın kendisiyle hesaplaşma meselesi’ni bizzat kendisine uygulayarak bu meselenin ilk kurbanlarından biri olur. Çünkü aslında “meselenin ciddiyetine dayanamadığı için oyunlarla durumu örtbas etmeye çalışmıştır.” [24]

                                                                                 Çağla Cömert, Mesele Kitap Dergisi Sayı:26





[1] Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yayınları, İstanbul,1987, s.17

[2] Yıldız Ecevit, “Ben Buradayım…”, Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İletişim Yayınları, 2007,s.344
[3] Oğuz Atay, Günlük, s.96

[4] Alain Badiou, Etik, Çeviren Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s.138
[5] Tatjana Seyppel, Oğuz Atay’ın Dünyası, İletişim Yayınları, İstanbul, 1989, s.15

[6] Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s.384

[7] Tehlikeli Oyunlar, s. 332

[8] Slovaj Zizek, Kırılgan Temas, “Öznenin bir nedeni var mıdır?” , Çeviren Tuncay Birkan,  Metis Yayınları, İstanbul, 2002,s.22
[9] Tehlikeli Oyunlar, s.107

[10] Alain Badiou, Etik, s. 44

[11]Etik, s.66

[12] Tehlikeli Oyunlar,s.146
[13]Niall Lucy, Postmodern Edebiyat Kuramı,Çeviren Aslıhan Aksoy, Ayrıntı Yayınları, İstanbul,2003  s.210 

[14] Mikhail Epstein, http://www.focusing.org/apm_papers/epstein.html,1997

[15] Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, Metis Yayınları, İstanbul, 2001, s.75

[16]Kötü Çocuk Türk, s.72

[17] Tehlikeli Oyunlar,s.157

[18] s.316

[19] s.337
[20] Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç, Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni,Çeviren Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 1993,s.53

[21] s.85
[22] Postmodern Edebiyat Kuramı, s.122

[23] Oğuz Atay’ın Dünyası, s.45

[24] Tehlikeli Oyunlar, s.332